Ağaçların incecik dallarını süsleyen narin çiçeklerden etrafa buram buram yayılan kokuyu çektim içime. Çiçeklerin ümitle tutundukları ağaçlar bir mevsim daha atlattıktan sonra, kış rüzgârının sert dokunuşları çiçekleri meyveye çevirecekti. Her yıl tekrarlanan bu döngünün sıradanlığına karşı adeta körleşen insanoğluna inat ederek, doğanın akıl almaz mucizelerine karşı kayıtsız kalmamaya özen gösterirdim. Millerce ötedeki Lendhone Bahçeleri'ni yaptırış sebebim buydu belki de. Olympos'ta Demeter tarafından sembolize edilen doğanın tüm güzelliklerinin önüme serilmesini ve bunların sadece bana özel olmasını arzulardım hep. Lakin öyle de olmuştu, ben yokken sadece dryadlar ve satirler tarafından ziyaret edilen Lendhone Bahçeleri, son derece kutsal sayıldığından birkaç mil ötelerinde bile tek bir yerleşim yeri bulunamazdı.
Lenartha'nın evinin her köşesi ağaçlarla kaplı bahçesinden çıktım ve becerikli halkımın eseri olan Cydantos sokaklarına adım attım. Ama ulusumun, şehri olabilecek en sıradışı tekniklerle inşa edişini takdir edemeyecek kadar dağınıktı kafam; Lenartha'yla olan görüşmemde tartıştığımız meseleler hiç çıkmıyordu aklımdan. Son Reldanios saldırısının üzerinden aylar geçmesine rağmen, saldırdıkları Clarnius şehrinde meydana gelen hasar henüz giderilmemişti, üstelik diyarı koruyan ordu da büyük kayıplar vermişti. Her ne kadar Ethernium'da yetişen üstün savaşçılardan oluşan bir orduya sahip olsak bile, Reldanios'un gücü de azımsanamayacak kadar büyüktü. Bir sonraki saldırıda, ordunun şimdiki hâliyle savaşılacak olunduğunda yıllarca giderilemeyecek kadar büyük bir hasar meydana gelebilirdi tüm diyarda. Lenartha'ya, Ethernium'da yetişen askerlerin eğitmenlerine, eğitimi daha hızlı ve zorlu bir şekilde gerçekleştirmeleri gerektiğini söylemesi konusunda gereken emri vermiştim. Ordudaki açıklığın kapatılması, şehirdeki hasarın giderilmesinden daha önemliydi. Ne de olsa düşmanlar yok edilmek için varlardı, eğer onlara tekrar saldırmaları için fırsat verecek aptallıkta bulunursanız beklemediğiniz anda gelir ve sizin işinizi bitirirlerdi. Ordunun zayıflığına göz yummaksa, sözü geçen fırsatı vermek olurdu Reldanios'a.
Diyarımın her bir köşesinde yer alan mermer tapınakları korumakla görevli rahibelerimin yüreklerine gömülü en gizli umutları, arzularını aktaran duaları, sonu gelmez dilekleri ve benden medet uman insanların yakarışları, biraz zor işitilir bir uğultu hâlinde dolduruyordu kulaklarımı. Halkıma bağlı olmasına bağlıydım; ama insanların kişisel istekleriyle tek tek ilgilenmektense, diyarımın güvenliğini garanti altına almakla uğraşırdım genelde. Ama insanlar oralarda bir yerlerde olduğumu her zaman bilirlerdi; doğdukları andan beri tüm yürekleriyle inandıkları tanrıçaları Athena, asla yalnız bırakmazdı ulusunu onlara göre. Zaman zaman insanların sonu gelmez arzularını yatıştırmak amacıyla talihlerinin olumlu bir yön kazanmasını da sağlardım, fakat nadiren gerçekleşirdi bu.
Uğultuların arasından sıyrılmayı başarıp dikkatimi çeken ses, yıllardır istisnasız her sabah Phartae tapınaklarına gidip bana yakaran, savaşçı olmak için derin bir istek duyan genç kızın senelerdir bıkmadan dilediği isteğini anlattığı duası oldu. Savaşçı olmak için göze aldığı tüm tehlikelerden haberdardım, ama onun böyle bir görev için fazla genç oluşunu da göz ardı edemiyordum. Ama... Lenartha'yla konuştuğumuz en önemli meselelerden birisi de ordunun savaşçı ihtiyacıyken, gerçekten yetenekli oluşunu kabul etmem gereken genç kızı neden diyarın korunması görevinden uzakta tutmalıydım ki? Bir genç kızın tek başına ordudaki tüm savaşçı açığını kapatacağı falan yoktu elbette, ama bir savaşçı bile ordu için son derece değerliydi.
İkiz tapınaklardan sesleniyordu bana, Phartae'den. Kıza, yıllardır ümit ettiği şeyin gerçekleşeceği haberini vermek için Cydantos'u terk etmem gerekiyordu. İkiz tapınaklarda nöbet bekleyen rahibelerin, insanların girmesinin yasak olduğu diğer tapınağa geçtikleri bir anda belirecektim kızın hâlâ içinde dua etmekte olduğu tapınağın önünde.
Birkaç dakika sonra, Phartae'nin becerikli mimarları tarafından inşa edilmiş ikiz tapınaklara giden Olympos Yolu'nda duruyordum. Yükselmekte olan öğlen güneşinden beni koruyan şeyse, yolun iki yanına sıralanmış zeytin ağaçlarıydı. Ağaçların ince, bir yüzü koyu yeşil, öbür yüzüyse kasvetli ve sisli havaları çağrıştıran puslu bir renge sahip yaprakları arasından güçlükle süzülen altın güneş ışığı huzmeleri eşliğinde yürümeye başladım tapınağa. Yolun sonuna yaklaştıkça katmerlenerek büyüyen tapınakların görüntüsü, en sonunda tüm gerçekliğiyle beliriverince önümde, acele etmeksizin, ağır ağır çıktım soğuk, mermer basamakları. Varlığım somutluğunu kaybedip, ölümlülerin gözleriyle bakıldığında fark edilmeyecek - ne deniyordu şuna, hah "görünmez" - bir boyut kazanırken, bir yandan da genç kızın ellerindeki, kollarındaki sıyrıkları ve yara izlerini inceliyordum. Uzun zamandır kendini her türlü tehlikeye atmakta ısrar ediyordu, böylelikle dikkatimi çekip savaşçıların arasına katılacağını ummuştu belki de. "Deborah," diye seslendim usulca. Birdenbire işittiği sesin onu ilk başta ürküttüğünü, ardından da sakinleşmeyi başardığını hissedebiliyordum. Bundan hoşlandığımı itiraf etmeliydim. Bir savaşçının sahip olması gereken en önemli özelliklerden biri de, soğukkanlı olmaktı hiç kuşkusuz. "Uzun zamandır işitiyorum yakarışlarını, izliyorum savaşçı olmak için gösterdiğin çabayı. Herhangi bir rahibeden bile daha fazla bağlısın bana. Sebatlı oluşun, gerçekten takdire şayan," diye devam ettim, sesimin o alçak tınısını koruyarak. Kız, arkasını dönüp sesin geldiği noktaya baktı; hiçlikten başka bir şey göremeyince irileşti gözleri. Bu arada ben de, konuşmaya devam ediyordum: "Savaşçı olmayı arzuluyorsun. Son saldırıda verdiğimiz kayıplardan haberdarsındır. Deborah, uzun zamandır arzu ettiğin şey gerçekleşecek. Ama seni uyarmalıyım, dönüşü olmayan bir yola adım atmak üzeresin. Düzenli bir hayattan vazgeçip, diyarın korunmasından yükümlü olanların arasına katılmayı gerçekten istiyor musun?"